Görgüsüzlük Üzerine Bir Edebî Düşünme: Kelimelerin Zarafet Aynası
Edebiyat, insan ruhunun aynasıysa, kelimeler de o aynada parlayan ya da sönükleşen ışıktır. “Görgüsüz” kelimesi de bu aynada dikkat çeker; çünkü yalnızca bir davranışı değil, bir zihniyet biçimini işaret eder. Görgüsüzlük, estetiğin ve inceliğin karşıtıdır; tıpkı bir roman karakterinin iç dünyasındaki gürültü gibi, fazlalığın ve ölçüsüzlüğün dilidir.
Bir edebiyatçı için görgüsüzlük, sadece parayla, eşyayla ya da gösterişle ilgili değildir; o, ruhun zarafet yoksunluğudur.
Görgüsüzlük: Estetik Yoksunluğun Sözcüğü
“Görgüsüz” denildiğinde akla önce dışsal bir gösteriş gelir: fazla ışıltı, abartı, kendini sergileme tutkusu… Fakat edebiyat bu kavramı daha derin bir düzleme taşır. Görgüsüzlük, insanın anlamdan uzaklaşması, inceliği yitirmesi ve zarafeti kaba bir gösterişle değiştirmesidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki Hayri İrdal karakteri bu durumun ironik bir temsilcisidir. Toplumun modernleşme arzusuyla birlikte ortaya çıkan “yeni zenginler”in, kültürden çok gösterişe yönelmesi Tanpınar’ın ironik diliyle ele alınır.
Görgüsüzlük, burada yalnızca ekonomik değil, ruhsal bir taşkınlık hâline gelir — ne kadar eşyaya sahip olursa olsun, estetik bir ölçüden yoksun bir insanın içsel dengesizliğini anlatır.
Edebiyatta Görgüsüz Karakterler: Gösterişin Trajedisi
Görgüsüzlük edebiyatta çoğu kez trajik bir maskedir. Kişi, yoksunluğunu gizlemek için fazlalık üretir; derinliğini kaybettikçe parlamaya çalışır. Gustave Flaubert’in Madame Bovary’si bu bağlamda görgüsüzlüğün en zarif eleştirisidir. Emma Bovary, hayal ettiği aristokrat yaşamı kıyafetlerle, balolarla ve süslerle taklit etmeye çalışırken aslında kendi iç boşluğunu sergiler. Flaubert’in anlatısında görgüsüzlük, bir estetik kusurdan çok, varoluşsal bir körlüktür.
Benzer şekilde, Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası” romanındaki Bihruz Bey, görgüsüzlüğün Osmanlı modernleşmesindeki karikatürleşmiş hâlidir. Fransızca konuşmaya çalışan ama dili tam bilmeyen, Batılı görünmeye çabalarken komik duruma düşen bu karakter, kültürel yabancılaşmanın bir simgesidir.
Bu karakterlerdeki ortak nokta şudur: görgüsüzlük, bilgi eksikliğinden değil, içsel ölçüsüzlükten doğar.
Görgüsüzlüğün Modern Yüzü: Sosyal Medya Estetiği
Günümüz dünyasında görgüsüzlük artık yalnızca bir roman karakterinin kusuru değildir; o, toplumsal bir estetik sorunudur. Sosyal medya çağında, görgüsüzlük fotoğraf filtrelerine, marka logolarına ve “ben buradayım” diyen hikâyelere sığınmıştır.
Her paylaşılan kahve fincanı, her lüks mekan paylaşımı, aslında bir tür modern “Araba Sevdası”dır.
Bu dijital çağın görgüsüzlüğü, yalnızca tüketimle değil, duygusal yüzeysellikle de ilgilidir. İnsanlar artık duygularını bile vitrine koyar; üzüntü, mutluluk, aşk bile estetik bir obje hâline gelir.
Edebiyatın derinlik arayışıyla kıyaslandığında, bu durum anlamın tüketimi olarak okunabilir.
Görgüsüzlüğe Karşı Zarafet: Edebî Bir Direniş
Edebiyatın görgüsüzlüğe cevabı, sessizlik ve sadeliktir. Refik Halit Karay’ın taşra hikâyelerinde, yalın hayatların inceliği gösterişin gürültüsünü bastırır.
Gerçek zarafet, kelimenin azlığında, duygunun ölçüsünde gizlidir. Görgüsüzlük, bağırarak var olmak ister; edebiyat ise fısıldayarak iz bırakır.
Bu nedenle bir insanın görgüsüz olup olmadığını anlamak için servetine değil, kelimelerine bakmak gerekir. Çünkü dil, karakterin aynasıdır.
Sonuç: Görgüsüzlük Bir Ruh Hâlidir
Görgüsüz diye, yalnızca gösterişi sevene değil, anlamı hissedemeyene denir.
Bu bir zenginlik ya da yoksulluk meselesi değil; ruhun estetik terbiyesiyle ilgilidir.
Bir tabloya bakıp yalnızca fiyatını gören, bir şiiri okuyup yalnızca kelimeleri fark eden, bir sofrada yalnızca yemekleri gören kişi — işte o, görgüsüzdür.
Edebiyat, görgüsüzlüğün tam karşısında durur: çünkü edebiyatın amacı göstermek değil, düşündürmektir.
Peki sizce, çağımızın görgüsüzlüğü en çok nerede kendini gösteriyor?
Yorumlarda, bu kavramın sizde yarattığı edebî çağrışımları paylaşın; çünkü belki de zarafet, konuşmalarımızda yeniden doğmayı bekliyor.